Yüzünü eliyle örten ninem

Türkiye’de televizyon yayınları ilk kez İstanbul Teknik Üniversitesi tarafından 9 Temmuz 1952 günü başlatıldı. … Ancak TRT’nin ilk televizyon yayını Ankara’nın Mithatpaşa Caddesi’ndeki iki binanın bodrum katında bulunan stüdyodan 31 Ocak 1968 günü siyah beyaz olarak 19.30’da gerçekleşmiş. Yaşım gereği de bu televizyon yayınını hatırlamıyorum. Zaten hatırlamış olsaydım kendimi ihtiyarlamış olarak görebilirdim. Televizyonların yaygınlaşmasıyla birlikte mahallede ilk televizyonu evine getiren ailelerden birisi bizim aile idi. Bu çok güzel bir hareket midir yoksa kazmanın vurulduğu ilk an mıdır, bilemiyorum. Yorumunu sizlere bırakacağım.
Mahallede ilk televizyon sahibi olan ailelerden birisi olmamız hasebiyle akşamları misafirlerimiz çok olurdu. Her gün muhakkak bir ya da çok daha fazla ailece gelen misafirlerimiz vardı. Sağ olsun bizleri hiç yalnız bırakmadılar. J Bizi çok sevdiklerinden mi gelirlerdi? Bu sorunun cevabını yine sizlere bırakacağım. Rahmetli annemin hemen hemen her akşam kömür sobasının üzerinde mısır patlattığını ya da kestane pişirdiğini hiç unutmadım. Komşuluk bağlarının da kuvvetli olduğu o zamanlarda evimize gelen misafirler de elleri boş gelmezlerdi. Bilirlerdi ki her gün televizyondaki film ya da diziyi izlemek için gitmek, ev sahibi için de bir yük. Madem ev sahibine yük oluyoruz o zaman bizler de bu yükü azaltmak adına elimiz boş gitmeyelim anlayışı ve mahcubiyeti içerisinde gelirlerdi.
O zamanlar televizyon yayınları bugün olduğu gibi yirmi dört saat yayın yapmazlardı. Akşam belli bir saatte başlar ve o günün gecesinde saat 24’ de İstiklal Marşı’nın okunması ile kapanırdı. En önemlisi de o yıllarda sadece bir kanal vardı. Uzaktan kumanda hak getire. Zorunlu seçmeli ders gibi. Başka alternatifiniz yok. “Keşke öyle kalsaydık, keşke çoğalmasaydık” diyenleriniz var gibi geliyor.
Haberlerin (ajansların) dışında gösterilen film ve dizilerin hepsi yabancı uyruklu idi. Misafirlerle birlikte bizlerin de büyük bir heyecanla izlediğini, bir sonraki bölümde neler olacağını iple çeken bir kitle olduğunu hatırlıyorum. Hatırlıyorum çünkü artık buna yaşım müsait.
Evimize gelen yaşlı misafirlerin televizyon izlerken bir erkeğin, bir kızın elini tuttuğunu gördüğünde hicap duymasından dolayı yüzünü kapadığını ya da kafasını çevirdiğini de hiç unutamıyorum. Garibim nereden bilsin ki kendisinin gördüğünü herkesin görmediğini. Oysa görenler sadece ekranın karşısında olanlar görüyordu. Ama o belki de bizim o an düşünemediğimiz bir şeyi görmüştü. Şimdilik sadece ekranlarda gördüklerimizi birkaç yıl sonra sokaklarımızda görmeye başlayacaktık. Hem de ellerimizle yüzümüzü kapamaya gerek kalmadan.
Yine güreş müsabakasında güreşçinin diğer güreşçiyi alta almasından sonra;
-Koş anası çocuğunu dövüyorlar, bağrışını da hiç unutmuyorum.
Yaşımın müsaitliğine rağmen fark edemediğim şey; aile kültürünün, inançlarımızın ve değerlerimizin yozlaştırılmaya başlanmış olması idi. Şimdi ne kafamızı çeviriyoruz, ne yüzümüzü kapatıyoruz. Çünkü alıştık ya da alıştırıldık. 50 yıl önce yabancı dizilerle başlatılan kültür yozlaşmalarını artık kendi elimizle ve kendi dizilerimizle yapar olduk. Bırakın ses çıkarmayı, olmazsa olmazlarımız arasına girdi televizyonda film ve diziler izlemek.
Diziyi izlediğimiz sırada kanal değiştiren ya da televizyonu kapatan aile bireylerimizle kavga eder olduk. Ailemizdeki kavga sebepleri arasına dizilerime karışıyor diye saçma bir gerekçeyi de dâhil etmeyi başardık. Televizyonlarımızda izlediğimiz dizileri, dünyaya satmakla büyük bir gelir elde etmeyi başardık (!) diyecek kadar da övünç kaynağımız oldu.
Türk dizileri, 140’tan fazla ülkeye satılıyor ve neredeyse 650 milyon kişiye ulaşıyor. 140’tan fazla ülkeye dizi satan Türkiye, ABD’den sonra dizi ihracatında dünyada ikinci sıraya oturdu.[1] şeklinde haberler bile yapılıyor ülkemizde.
İnternette basit bir arama yaptığımda ülkemizde 200 e yakın televizyon kanalı olduğunu öğrenebiliyorsunuz. Bu kanalların hemen hemen hepsi 24 saat yayın yapıyorlar. Artık bir odamızda değil mutfağımız, çocuklarımızın odasında dahi televizyonlarımız var. Her evimizde değil her odamıza yerleştirdik sonumuzun başlangıcını.
Hanımlar beyler, yan yana yürümeye ar edinirlerdi; dul kalanlar var, evlenemeyenler var. Onların gönül yaralarına tuz basmayalım diye, beylerinin bir adım gerisinden yürürlerdi. Şimdi kavgalar ortada, sevmeler ortada. Sonuçta mahremiyet kalmayınca samimiyet de kalmıyor. Özellerimizi ifşa ettiğimizden bu tarafa evlilik öncesi ve evlilik sonrası ilişkilerimiz sürekli hata vermeye başladı.
Ey benim bahtı yârim,
Gönlümün tahtı yârim
Yüzünde göz izi var,
Sana kim baktı yârim?
Karacaoğlan’ın yukarıdaki dizede söylediği sözler maalesef mazide kaldı. Ninelerimizin göz kapatmalarını görmediğimiz gibi ne var bunda diyecek kadar ileri gidebiliyoruz. Bir kez kaybetmişseniz artık kaybetmeye mahkûmsunuz. İlk kaybetmeniz diğer kaybedeceklerinizin kapısını açacaktır. Biz kapıları açmanın ötesinde sonuna kadar araladık.
Daha vahim olanı utanma duygumuzun kapılarını sonuna kadar açmış olmamıza rağmen bu durumdan rahatsızlık duymamamızdır.
[1] https://www.trthaber.com/haber/kultur-sanat/turk-dizileri-dunyada-firtina-gibi-esiyor-436482.html
Yenilgi yenilgi büyüyen, bir kez kaybetmek kazanmanın kamçısıdır. Siyaset gibi değil yani
He vallah
Bize bir nazar oldu Cumamız pazar oldu
Bize ne olduysa hep azar azar oldu.
2002 de evleninceye kadar yasaktı bizim evde tv.
Ne zaman evlenir kendi evinize çıkarsanız o zaman karışmam derd annem. Dediği gibi de oldu. O tarihten bu yana ne bed kaldı ne bereket.
Sayın Başkanım,
Örselenen, yozlaştırılan ve nihayet yabancılaştırıldığımız değerlerimizin yok edilişini enfes bir şekilde gündemimize taşıdığınız için teşekkür ederim. Kaleminize ve yüreğinize sağlık
Başkanım kaleminize sağlık.o günleri anlatmaya kalsak sanırım yıllarca konuşmamız laZım.hatırlarım 1975-80 yılları arasında Dallas dizisi vardı.flimin konusu aldatma,entrika,enişte baldız ilişkleri v.s konularını işliyordu.hani şöyle bir söz vardır;düşman Çanakkale’yi geçemedi ama çanak antenle evimize kadar girdi.
Kitle iletişim araçları aydınlanmayla başlayan ve özne olarak Tanrı’yı değil, insanı merkeze alan Batı düşüncesinin bir ürünüdür. Buna göre Tanrı, göğün hakimi, insan ise yeryüzünün hakimidir. İkisi de biribirinin işlerine karışmayacaktı. Seküler anlayış, yeryüzüne hakim olmak isteyen, Tanrıyı yeryüzünden kovan öznenin ürünüdür. Özne için konfor esastır, kurallar da Kant’ın sınırlarını çizdiği pratik akılla ortaya çıkacaktır. Ahlaki kurallar, vahye dayalı değil, pratik aklın ortaya koyduğu ölçüler ile belirlenir. Tiyatro, sinema ve sonrasında TV, Descartesçi Kartezyen devamında Kant düşüncesinin tezahürü. Bu düşünceye dayalı olarak, tiyatro, filimler, oyunlar gerçekleşir. Vahiyden neşet bulan kutsal, alternatif üretemeyince, hepimiz oturup egemenin ürettiğini izlemek durumunda kalırız. Kalmaya da devam edeceğiz…
Her harfine katılıyorum. Yüreğine sağlık. Ancak yerli diziler ne kadar yerli onu da ayrıca yazmak lazım.
Biz yaşlanıyoruz bence
Inandığımız gibi yaşamadığımız için;Yaşadığımız gibi inanmaya başladık.Maalesef.
Hiç unutmam 1979-80 li yıllar pazar konseri benim için tam bir zulūmdū.O zamanlarda dediginiz gibi orta yaş ve uzeri ozellikle teyzeler nineler televizyonla kavga ederdi.Nahoş bir sahnede insanların yūzū kızarır, başını ekrandan cevirirdi.Gel görki gūnūmūzde bu hassasiyeti dile getirmek ayıp ve geri kafalılık oldu.Hūlasa giderek kaybeden bir toplum olduk.
Kalemine sağlık değerli Dostum. Eskimeyen anıları yaşattın. Unutulmaz vakalar . Çoğumuz hala bir parça yaşıyoruz geçmişi anılarda…
Edep ve hayanın yok oldugu bir yerde ahlaklı hareketleri bekliyemiyoruz malesef Başkanım…Inşaallah tamamen var olan değerlerimizide kaybetmeyiz…
Başkanım bizi eskilere götürdünüz. TRT’de 15 günde bir yayınlanan Türk sineması merakla beklenirdi. Nereden nereye geldik maalesef ne o eski komşuluklar nede samimiyetler kaldı.
Neredeeeeeen nereye .Allah utandırmadan eksik etmesin ,sonumuzu hayretlesin.Güzel konular işlemişsiniz selamlar.(utandırmsdan)