Kökler ve Dallar

Yazımızı sesli olarak da dinleyebilirsiniz
Millet olma bilinci ve kültürü asırlara dayanır. Türk Milletinin millet olma, devlet kurma ve bağımsız kalma alışkanlığı ise en başından beri var olagelen karakterlerindendir.
Okulların görevlerinden biri de kültür aktarımını yapmaktır. Geçmiş yaşantılarını, mücadelelerini, zaferlerini, tarihini, mimarisini, alışkanlıklarını,… topyekün bir kültür hazinesi halinde gelecek nesillere aktarmak ve yaşanmasını sağlamak okulların en önemli görevlerinden sayılmaktadır.
Türklerin savaş sanatı, at kültürü, millet ve memleket sevgisi, mazluma hami olma alışkanlığı ile zalimin karşısında olma duruşu gibi davranışları İslam ile daha bir zirve yapmış ve asırlarca dünyaya hükmetme onuru yaşamasını sağlamıştır.
Ordu ilerlerken muzafferen ileri, ardında çil çil kubbeler, hanlar, hamamlar, kervansaraylar, çeşmeler, imarethaneler bırakmıştır. Mesela 1923 yılında Selanik’te 130 cami- mescid, 15 medrese, 40 tekke, 10 imaret, 15 hamam ve 4 sinagog var iken halen bunlardan sadecce 5 tanesinin binası ayakta olup ibadete açık cami veya sinagog bulunmamaktadır. Mübadele sonrası Yunanistan bizim eserlerimize böyle davranmışken biz İstanbul’da 100 senede kaç kilise yıktık? Yunanistan’ın yaptığı gibi olmasa da ülkemizde atalarımızdan kalan eserlerin bir çoğuna karşı iyi bir bakış açısı sergilediğimizi maalesef söyleyemem. Eserlerin bir kısmının izi kasten silinmiş, bir kısmının harabe haline bakıp üzülüyorken imdadımıza yüzyıllara meydan okurcasına ayakta duranları yetişiyor.
Mustafa Kutlu, şehre kimlik kazandıran yapılarla ilgili olarak şöyle der: “Şehirlerin silüeti onun hangi esasa, fikre, inanca, güce, medeniyet ve estetiğe mensup olduğunu ortaya koyar. Eski şehirler dünyanın her yerinde dini düşüncenin, inancın silüetini taşırlar. Budistlerin pagodaları, mabetleri; Hıristiyanların katedral ve çan kuleleri, Müslümanların kubbe ve minareleri, paganların piramitleri…”
Lise yıllarında arkadaşlarımızla Gümüşhane şehrinin ilk yerleşim yeri olan Süleymaniye Mahallesine gezi yapmıştık. Yamaçlarda duvarlarının harabesi bile kalmayan camilerin dimdik duran minaresine, kilise olarak yapılan binanın samanlık olarak kullanıldığına şahit olmuştuk.
Tarihi mirasımıza sahip çıkmamamızın bazı sebepleri var olabilir. Yakın zamana kadar son devletimiz olan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni kabul ettirebilmek için bir önceki devletimiz olan Osmanlı İmparatorluğu’nu kötü göstermenin her yolu denenmekteydi. Ağır hakaretler, Hıyanet-i Vataniyye Kanunu, yurt dışına sürgün,… Osmanoğlu ailesinin hazin son öyküsünü oluşturmaktaydı. Bandırma Vapurunun taka olmayıp Osmanlı’nın elindeki en donanımlı vapurlardan olduğunu ve Mustafa Kemal ATATÜRK’ün kaçmayıp bizzat Padişah Vahdeddin Han tarafından yanına altınlar verilerek görev ile gönderildiği de yakın zamanda ortaya çıkan gerçeklerden bir kısmıdır.
Son vatanımız olan Anadolu kapılarını milletimize açan ve kanları ile tapusunu alan Büyük Selçuklu Devleti sonrası Anadolu Selçuklu Devleti, Beylikler derken Osmanlı İmparatorluğu çınarı da altı yüz yıllık ömrünü, içten ve dıştan darbelerle, tamamlayarak artık ayakta duramayacak bir duruma gelmişti. Büyük bir mücadele sonrasında şimdiki sınırlarımız korunabilmiş fakat içindeki eserlerin ve tarihi mirasın korunmasında o savaş mücadelesi gibi bir mücadelenin verilmemiş olduğunu görüyoruz. Şehirleşme politikalarımızın yetersizliği veya yanlışlığı ya da olmayışı bu günkü kaos planları olan şehirleri oluşturmuştur.
Dil konusu da farklı değildir. Bir anda köklerimiz ile olan bağın kesilmesi ve herkesi cahil yapması inanılır şey değildir. Amaç yeni nesillerin mazi ile olan bütün bağlarını kesmek, onları mazisiz, öksüz ve köksüz bir hale getirmek. Bir edebiyat fakültesi mezunu bırakın Fuzuli, Baki, Nedim gibi klasikleri anlamasını, güzel bir metin olan “Gençliğe Hitabe”yi bile zor anlıyordu artık. Günlük hayatta kullanılan sözcüklerin ayıklanıp yerine yeni ve ne idüğü belirsiz kelime üretilmesi de acayip bir uygulama olarak tarihimizde yerini almıştır. (Hostes yerine “gök götürü konuksal avrat” kavramının üretilmesi gibi)
Sözün toplandığı yer sözlüktür. Sözlüğün bir başka adı da Kamus’tur. Umman, derya, deniz manalarına gelir. Kamus; milletimizin asırlar ötesinden derleyip, toparlayıp, hafızasına yerleştirdiği; hissiyatını, hassasiyetini dile getirdiği hayat alanı; kültür, kimlik ve medeniyet değerlerinin bütünü, en kıymetli varlık hazinesidir. Kelimeler ve kavramlar dilimizin yapı taşları, varlık binamızı meydana getiren temel tuğlalarıdır. Kamus; dilimizi meydana getiren kelimelerin, kavramların oluşturduğu ana binamız, temel yapımızdır. “Kamus, bir milletin hafızası, yani kendisi; heyecanıyla, hassasiyetiyle, şuuruyla. Kamusa uzanan el namusa uzanmıştır. Her mukaddesi yıkan Fransız İhtilali, tek mukaddese saygı göstermiş: Kamusa. Heyhat! Batıda cinnet bile terbiyeli.” diyor Cemil Meriç.
Türkçe, bir medeniyet dilidir. Türkçe, medeniyetler kurmuş bir milletin/milletimizin; ağıdını, manisini, türkülerini, hikâyelerini, kahramanlıklarını, acılarını yoğurarak milli hafıza haline getirdiği bir dildir.
Dilimize, medeniyetimize, tarihi karakterimize ve sembollerine sahip olmadığımız zaman gelecek tasavvurundan bahsetmek ham hayalden ibaret olur.
Bilinen bir gerçektir: Kökü olmayanın dalı ve meyvesi olmaz.
Ah Avni hocam ah… Sabah sabah içimizi sızlattın. Kalemine sağlık.