Geçmişte Yaşasaydık

Dün, bugün, yarın üçleminde devam edegelen hayatımıza farklı bir pencereden bakmaya ne dersiniz?
Şikâyet ve yakınmalar her zaman olagelmiştir. Darlık da sızlanma sebebi, varlık da. Şikâyet edenler her zaman daha fazla iken halinden hoşnut olan, şükreden, kanaat eden daha azdır.
Nemrut’un karşısında herkes korkudan titrerken bir İbrahim çıkar ve putlara laf eder. Herkes eğlencede iken putları kırıp baltayı en büyük putun omuzuna asar. Bu büyük bir olaydır, kapsamlı bir soruşturma yapılır. “Diline doladığı putları İbrahim denen genç kırmış, parçalamıştır derler.” Huzura getirilir, sorguya çekilir:
- Sen mi parçaladın tanrılarımızı?
- Balta en büyük olanın boynunda, belki o yapmıştır. Sorun bakalım, cevap verebilecekse.
…
Herkes şaşkındır. İbrahim devam eder:
- Kendisine verilen zararı önleyemeyen, size faydası ve zararı olmayan, konuşamayan, ellerinizle yaptığınız putlara ne diye tapıyorsunuz?
Bir çalkalanma başlar zihinlerde. Olay büyüktür. Tanrılarına saldırmıştır İbrahim. Nemrut, karşısına alır:
- Senin tanrın kim, ne iş yapar?
- Benim Rabbim yerleri, gökleri ve arasındakileri yaratan, yaşatan ve öldürendir.
- Ondan kolay ne var? Ben de yaşatır ve öldürürüm, der.
İki mahkûm getirilmesini emreder. Getirilir. Birine “seni affettim serbestsin.”, diğeri için “bunun kellesini vurun” der. Döner İbrahim’e:
- İşte bak birini yaşattım, diğerini öldürdüm, der. İbrahim (as):
- Benim Rabbim güneşi doğudan doğdurur, haydi sen de batıdan doğdursana, dediğinde apışıp kalan Nemrut’un kararı, İbrahim’e ibretlik bir ceza vermektir.
Şehrin en büyük meydanına günlerce çekilen odunlar tutuşturulur. Dağ gibi olan alevlerin ortasına mancınık ile atılır İbrahim (as).
Burada durup olaylar zincirinin her merhalesi için soralım kendimize:
- O zaman yaşasaydım nerede, kiminle olurdum?
- Bu günkü anlayışım, hal ve hareketlerim ile kime daha yakınım?
Peygamberliğinden önce herkes, “emin” sıfatını vermiş ve “hiç yalan söylemediğine” şahitlik ediyorken İlahi Davete büyük bir çoğunlukla karşı çıkmışlardı. İnanan bir avuç insana Mekke’yi dar ve zindan etmişlerdi. Putlarına laf ettiği, eski köye yeni adet getirmeye çalıştığı, atalarının dinine karşı geldiği için istemedikleri Muhammed (SAV)’i, öldürmeyi de başaramamışlar, hicret yolunda takip edip yakalayamamışlardı.
Bir daha soralım kendimize:
- Ölümü göze alıp kendisi yerine yatağına yatmaya razı olur muyduk?
- Hicret yolunda ikinin ikincisi olur muyduk?
Müşrikler, alaycı bir tavırla, “senin ki göklerden haber aldığını söylüyor, sen ne dersin?” dediklerinde biz ne derdik? Uğrunda taşlandığı, çilelere maruz kaldığı İslami davetin ve hayatın neresindeyiz? Şimdiki halimizle hangi tarafa daha yakınız?
İstanbul’u fetheden Fatih’in ordusunda bir asker olduğumuzu düşünelim. Kuşatma uzadı, surlar aşılmıyor, zaten evvelinde defalarca kuşatılıp alınamamış bir şehrin önünde günler geçiyor, ilerlenemiyor. Oturup Fatih’i, komutanları, Hocaları eleştiri bombardımanına mı tutardık, sabredip “ne güzel asker” sıfatını mı kazanırdık?
Bu günkü duruş ve anlayışımızla neredeyiz ve kiminleyiz?