Cennetten Bir Koku Geldi

Bir çocuk dünyaya gelir ve var olan bir sürü sıfatınıza bir yenisini ekler. Hayatın merkezine oturup anne, baba, kardeş, dede, anneanne, babaanne, dayı, amca, teyze, hala ekler sıfatlarımıza.
“Evlat kokusu, Cennet kokusudur. Evlat dünyada nur, ahirette sürurdur.” Hadis-i Şerifi ne güzel bir gerçeği ifade etmektedir. Öpmeye kıyamadığımız bu yavruyu koklarız ki, o koku dünyada bir başka yerde bulunmaz. “Gülce” adındaki evladımız, Cennet kokusu getirmiştir evimize.
Ağlaması, uyuması, elini, ağzını oynatması ile ilgi odağı olan bu çocuk, etrafında olan bitenden haberi olmayacak ancak sevildiğini, güvenli bir yerde olduğunu bir şekilde anlayacaktır.
Materyalist bakış açısıyla her şeyi masraf ve külfettir bir çocuk. Ailenin, bilhassa annenin ayak bağı durumundadır. İşine engel, gezip tozmasına engel, uykusuna ve daha birçok bireysel ihtiyaçlarının karşılanmasına engel teşkil eder çocuk. Anne karnındaki süreci, doğum sancısı, bebeklik dönemi, çocukluk ve ergenlik dönemleri aile için başka başka sıkıntılara gebe dönemlerdir. Bundan mıdır, çocuk doğurmak yerine evlat edinme ya da evde kedi, köpek besleme yolunu seçerler? Bazılarında, hayvan sevgisinin insan sevgisi önüne neden geçtiği, araştırma konusu olmalıdır.
Kendi bakış açımızı kaybetmemek en güzeli olsa gerek. Zira elini oynatmasına “agu, anne, baba, dede…” demesine, emeklemesine ve paytak paytak yürümesine hayran hayran bakıp dururuz. Hele de gülmesi… “Çocuk gülünce evin içine güneş doğar.” desem abartmış olmam. Çocuk, emanettir anne babaya. Hem emanet hem nimet hem de imtihandır çocuk. Varlığı ayrı bir imtihan, yokluğu ayrı bir imtihan.
Toplumumuzda tepeden tırnağa sinmiş bir anlayış vardır: iyi olan benden kaynaklı, kötü başkalarının suçu. Yüksek notu öğrenci alır, düşük notu öğretmen verir. Çocuk güzel bir davranış gösterse, bana/bize çekmiş, kötü bir iş yaptığında, çektiğin damarlar kurusun… durumlarını sizlerde gözlemlemişsinizdir.
İnsanlar, “kendi çocuklarından ziyade torunlarının sevgisinin daha fazla olduğunu” söylerler. Bu yargının doğruluğu ya da yanlışlığı üzerine örneklemelerde bulunmamız mümkün. Anne babanın evladına karşı sorumlulukları vardır. Terbiye, eğitim, davranış ve daha birçok şey anne babanın üzerine bir vazifedir. Bu vazifeler anne babaya ait olduğu için sever ama şımartmak istemez. İnce bir çizgide ilerletir ilişkisini. Sınırların aşılmasına müsaade etmezler. Dede nine için bu mesuliyet aranmadığından sadece sevme boyutunda kalırlar. Kendi çocuklarını yetiştirirken yaşadıkları hayat meşgalesi artık durulmuş olmaktadır. Taşlar yerine oturmuş olduğu için torunları ile daha fazla zaman geçirme, eğlenme, sevme boyutuna erişmiş oluyorlar. Evlat, can iken; torun, canın canı konumundadır.
Peygamber Efendimiz (sav) “Her doğan, İslâm fıtratı üzerine doğar. Sonra, anne-babası onu Hristiyan, Yahudi veya Mecusi yapar.” buyurmaktadır. İslam fıtratı üzerine doğan çocuklarımızı, anne babalar ve çevre olarak neden başka inançlara sevk ediyoruz? Biz neden örnek olamıyoruz çocuklarımıza? Ağır mı geliyor doğru olmak. Hangi ibadet daha zor geliyor ki, yapıp örnek olmuyoruz? Lüzumu (üzerimize vazife) olmayan birçok şeyi ince ayrıntısına kadar biliyoruz oysa. En lazım olan bilgi ve uygulamadan uzak durmak nereye kadar? En sağlam kaleler içinde de olsak bizi yakalayacak olan ölümden kaçabilmek mümkün değil. Bir hayatın sonu iken bir başkasının başlangıcıdır ölüm. Ne olmasını bekliyoruz ki, ölüm ve ötesine hazırlığımızı yapalım? Evlatlarımız bizim cennetimiz de, cehennemimiz de olabilir. Cennetten getirdikleri kokuyu iyi muhafaza edenlerden olmamız gerekir. İbrahim Peygamber ne güzel dua öğretmiş bize:
“Rabbim! Beni ve soyumdan gelecek olanları namazı devamlı kılanlardan eyle; Rabbimiz, duamı kabul et.” (İbrahim Suresi 40. Ayet)