Yaşam tarzı ihrac etmek

Hintli yazar Baburao Patel’in şu feryadı Hollywood endüstrisinin bir topluma ne yaptığının, neler yapabileceğinin acıklı bir özetidir:
“Hollywood, dünyadaki ABD’nin en güçlü silahı ile 400 milyonluk halkın böylesine kültürel olarak döllenmesi işini üstlendi. Film üstüne filmler iki savaş boyunca Hindistan’a gönderildi. Filmler bize rumba ve samba yapmayı öğretti. Filmler bize kumrular gibi sevişmeyi ve kur yapmayı öğretti. Filmler bize öldürmeyi ve çalmayı öğretti… Filmler bize şeytanlığı ve boşanmayı öğretti ve filmler bizi neşelilik/canlılık kokan yerlere ve içki âlemlerine götürdü… Hollywood bizim yiyeceklerimizin, suyumuzun, havamızın, sanatımızın, kültürümüzün, geleneklerimizin, felsefemizin, hayat ve insan ilişkilerimizin etkisini bozdu. Hollywood’un dokunduğu ne varsa o kirlenmiştir. Amerikalıların bin bir günahı pek çok Hintli modaya dönüştü. İşte eğlence yoluyla bize öğrettikleri Amerikan yaşam tarzı. Sayısı sınırlı birkaç tane iyi filmle, bize bin bir tane çürümüş kokmuş filmleri gösterdiler.”
Patel’in söylediklerini noktasına virgülüne dokunmadan Türkiye için de aynen alıp, kabul edebiliriz. Ama yine de Hollywood’u tam olarak anlatmıyor bu cümleler.
Hays Yasası ve 1968 Sonrası Hollywood
1904’te doğan Patel 1982’de öldü. Aynı zamanda yönetmen olan Patel, Hindistan’ın 1935-1961 yılları arasında yayınlanan ilk sinema dergisi Filmindia’nın editörüydü. Söyledikleri daha çok soğuk savaş dönemi Hollywood’unu, daha doğrusu 1970 öncesi Hollywood’unu anlatıyor. Eğer Patel şimdi konuşuyor olsaydı, muhtemelen o dönemin Hollywood’unu mumla arardı. Arardı çünkü Hollywood’a 1968’e gelene kadar “Hays Yasası” olarak bilinen ilkeler yön veriyordu. Bu ilkelere uymayan yapımcılar için ceza öngörülmese de çektikleri filmler salon bulamıyor ve Oscar’a aday gösterilemiyordu. Peki, “Üretim Yasası” olarak da bilinen Hays Yasasında neler vardı?
Yasa, 3 genel ilke üzerine bina edilmişti:
- Seyircilerinin ahlâkî standardını düşürecek hiçbir film çekilmemelidir. İzleyici suça, günaha, kötülüğe sempati duymamalıdır.
- Sadece dramın gereklerine uygun doğru yaşam örnekleri sunulmalıdır.
- Doğa ya da insani yasalarla alay edilmemeli. Bunların ihlaline sempati uyandırılmamalıdır.
Dahası Hays Yasası’nın filmlerde olmaması gerekenleri tek tek sıraladığı ayrıca bir listesi vardı. Bunların içinde “din adamlarıyla alay etme”, “yasa dışı uyuşturucu trafiği”, “herhangi bir cinsel sapıklık iması”, “her tür müstehcen çıplaklık”, “Tanrı, Rab, İsa gibi sözcüklerin saygısızca kullanılması” gibi maddeler yer alıyordu.
Hays Yasası, 1968’de Amerikan mahkemesi tarafından “konuşma özgürlüğü kanunu”na uymadığı gerekçesiyle kaldırıldı. Sonrasını biliyorsunuz: Hollywood tam bir kültürel ve ahlâki işgal aracına dönüştü. İlk işgal ettiği ülke de Amerika oldu. Yasanın kaldırılmasından hemen sonra, 1973’te, Hz. İsa’yı (A.S.) “rockstarı” gibi gösteren “Jesus Christ Superstar” filmi çekildi. Martin Scorsese’nin yönettiği Günaha Son Çağrı’da ise Hz. İsa’ya atılmadık iftira kalmadı. O tarihlerden sonra tahfif edilmedik, tahkir edilmedik, alaya alınmadık hiçbir değer bırakılmadı.
Şiddet ve müstehcenliğe gelince… Hays Yasası’nın şiddet ve müstehcen kabul ettiği şeyler artık neredeyse her filmin olmazsa olmazı. Filmin konusu, karakterleri ve mesajından bağımsız olarak bütün izleyiciler şiddetin ve cinselliğin her türüne maruz kaldı. Bu filmler ödüllendirildi. Konusu ister savaş olsun, ister hukuk hiç fark etmez; “kan” ya da “çıplaklık”, ikisinden birini görmek zorundaydınız. Hepsi “sanat” ve “özgürlük” gerekçesiyle yapıldı, yapılmaya da devam ediyor.
Ar perdesi bir defa yırtıldıktan sonra artık “show” endüstrisinin önünde hiçbir engel kalmamıştı. Hukuku, siyaseti ve ekonomiyi arkasına alan bu endüstri sadece ilahi dinlere inananları değil, bütün bir dünyayı insanlıktan çıkarmak için elinden geleni ardına koymadı. “İzlemek zorunda değilsiniz ki, siz de izlemeyin!” gibi dünyanın en sinsi argümanlarından birinin ardına sığınıldı. “Ben her türlü kötülüğü gösteririm, yüceltirim, yaygınlaştırırım ve hiçbir sorumluluk taşımam. Bütün sorumluluk senin!” anlamına gelen bu şeytani argüman, bütün imkansızlıklara rağmen kendini korumaya çalışan insanları/toplumları ise “tutuculuk” ve “kapalı toplum” olarak suçlamaktan, dışlamaktan, terörize etmekten geri durmadı.
Bilişim teknolojilerinin gelişmesiyle birlikte ortaya çıkan Netflix gibi dijital platformlar show endüstrisini neredeyse tamamen denetimsiz hale getirdi. Yayınlanan bazı verilere göre 2018’de Netflix’te 1 dakikada 266 bin saat izlenme varken, bu rakamın 2020’de 1 dakikada 764 bin saate çıkmış olması dijital platformların etkililiği hakkında bir fikir vermektedir.
Hollywood kültüründeki köklü dönüşüm kuşkusuz II. Dünya Savaşı’ndan sonra ABD’nin küresel kültürel politikalarından bağımsız düşünülemez. Cannes Film Festivali eski başkanı Gilles Jacob’un da belirttiği gibi: “Amerika yalnızca film ihraç etmekle ilgilenmez. Bilakis, yaşam tarzını ihraç etmekle ilgilenir.”
Amerikan dış politikasının önemli teorisyenlerinden Yumuşak Güç kitabının yazarı Joseph Nye bu sözü doğrulayan çarpıcı bir örnek aktarmaktadır. Amerika Nikaragua’da Daniel Ortega’yı devirmeye çalışırken Nikaragua televizyonlarında Amerikan filmleri oynamaya devam etmiştir. Nye, ABD’den nefretin en yüksek düzeylere ulaştığı Irak işgali döneminde bile bölgede Amerikan film ve müziklerine hayranlığın devam ettiğini aktarmaktadır. Bu tablo Türkiye için de maalesef geçerlidir. ABD destekli FETÖ darbesinin yaşandığı yıl ve bir sonraki yıl vizyona giren filmlerde ABD yapımı filmler ilk sırayı almaya devam etmiştir. 2016’da gösterime giren toplam 360 filmden 221’i yabancı iken, bu yabancı filmlerin 140’ı Amerikan yapımı filmler olmuştur. 2017’de ise vizyona giren toplam 375 filmden 234’ü yabancı; yabancı filmlerin 190’ı ABD yapımıdır. 2016-2018 arasında ülkemizde gösterime giren toplam 455 yabancı filmden 330’u ABD yapımıydı. İki yıl içinde vizyona giren ABD filmlerinin oranı %45 ediyor; neredeyse her iki filmden biri.
Show endüstrisi halkların bakış açılarını biçimlendirip, ön kabullerini oluştururken, ABD merkezli “liberal-kapitalist” anlayışa dayanan eğitim kurumları da “seçkinleri” koşullamaya devam etmektedir. Josep Nye kitabında 11 Eylül’den sonra bile Türkiye, Mısır ve Suud’lu gençlerin eğitim için birinci tercihinin Amerika olduğunu ifade etmektedir.
Eğitim ve kültür politikaları bir toplumun bakış açısını, ön kabullerini, değerlerini büyük oranda belirlemektedir. İnsanlar çevrelerinde olup biten olayları edinmiş oldukları kültürel kalıpların süzgecinden geçirerek yorumlamaktadır. 20. yüzyılın ikinci yarısında ABD’de toplumsal değerlerde yaşanan dönüşüm bunun önemli bir kanıtıdır. Bu dönüşüm maalesef eğitimin, hukukun, ekonominin ve siyasetin içine “bilimsel teoriler” şeklinde sirayet ederek “evrensel” değerler gibi algılanır olmuştur. Dünyamızdaki açlık, yoksulluk, küresel ısınma, psikolojik problemler, savaş ve iç çatışmalar gibi pek çok can yakıcı problemin devam etmesinin temel bir sebebi bu sorunları var eden kültürel ve eğitsel kalıpların hâlâ etkinliğini korumasıdır. İnsanca bir yaşam sürmek ve farklılıklarına rağmen toplumların birbirlerine kulak vermesi ancak bu kalıpların/klişelerin/ezberlerin sorgulanmasıyla başlayabilir.
Yazar: Mücahit GÜLTEKİN
Kaynak:
https://www.milligazete.com.tr/makale/9477445/mucahit-gultekin/yasam-tarzi-ihrac-etmek