Dikiz aynasında kendinizi görememek

Hayata veda etmiş bir din adamın mezar taşının üstünde yazılı olan bir yazı:
“Genç ve özgür iken, düşlerim sonsuzken, dünyayı değiştirmek isterdim. Yaşlanıp akıllanınca, dünyanın değişmeyeceğini anladım.
Ben de düşlerimi biraz kısıtlayarak sadece memleketimi değiştirmeye karar verdim. Ama o da değişeceğe benzemiyordu.
İyice yaşlandığımda, artık son bir gayretle, sadece ailemi, kendime en yakın olanları değiştirmeyi denedim. Ama maalesef bunu da kabul ettiremedim.
Ve şimdi ölüm döşeğinde yatarken birden fark ettim ki, önce yalnız kendimi değiştirseydim, onlara örnek olarak ailemi de değiştirebilirdim.
Onlardan alacağım cesaret ve ilhamla, memleketimi daha ileri götürebilirdim. Kim bilir, belki dünyayı bile değiştirebilirdim.”
Her tarafımız bağıran çağıran figan eden insanlarla dolmaya başladı. Figan etmekle kalmıyoruz. Etrafımızdaki insanların da figan etmesini istiyoruz. Çevremizi saran bu figanlar bir süre sonra bizi de sarmaya, sararken de maalesef içerisine çekmeyi başardı
Onlara göre her yer, kavga yeri sanki. Dedikodulardan kendilerini alamayanlar herkesin dedikodu peşinde koştuğunu zannediyor. Adeta “Öldük bittik” isimli filmin başrolüne soyunmuş durumdayız. Bağırışlar, çığırtkanlıklar arasında gerçekleri görmekten uzaklaşıyoruz. Bu bağırışlar yüzünden çözüm üretmeyi de akledemiyoruz. Hafsalamız etrafımızda olup biteni anlamaz oldu.
Her şeyden dert yanar olduk. Kötülüklerin sarmaşık gibi hayatımızı sardığı bir dönem yaşıyoruz. Sarmaşıkların yeşilliğine aldanıp köklerini su vermeyi de maalesef ihmal etmedik (!).
Silsile yoluyla herkes birbirini suçluyor. Ben yapmadı o yaptırdı. Ya da ben yapmayacaktım onlar beni zorladı. Televizyon karşısına geçip cinayetleri bir sinema havasında izlerken yanı başımızdaki yangını göremez olduk.
Aynalar sanki başkalarını görmek için icat edilmiş. Oysa araçlardaki dikiz aynası bile başkasını gösterirken aslında kendi güvenliğimize hizmet etmiyor mu?
Sosyal medyadan klavye silahşörlüğü yaparken size sıkılan silahlara kızmaya hakkımızın olmadığını bir türlü kabul edemedik. Hep taşı atan biz olduk ama taşı önce o attı sevdasından bir türlü vazgeçemedik.
Problemlerimiz üzerine problem üretmekte üzerimize kimse su dökemez. Gençler tecrübelileri dinlemiyor. O devirler geçti havasındalar. Oysa geçen devir değil sadece olayların şekli değişti. Sonucu itibari ile değişen bir şey yok.
Tecrübeliler de gençleri o hiçbir şey bilmez, onun burnu havalarda diyerek adam yerine bile koymuyor. Dinlemeye dahi tahammülleri yok. Kaba bir deyimle takmayanı takmam havasındayız.
İdealler peşinde koşmak, savunduğunuz fikirler adına elbette ki güzeldir. Savunduğunuz fikirler sadece fikir seviyesinde kalırsa kadük kalacaktır. Bir süre sonra savunduğunuz fikirlerinizde inandırıcılığınızı da kaybedeceksinizdir.
İnsanoğlunun gözden kaçırdığı ve bu bakımdan kendini yıprattığı bir husus vardır. Zaferden değil, seferden sorumlu olduğudur. Bu anlayış sizi bireysel olarak size düşen görevden sorumlu olduğunuzu gösterir. Yani önce sen. Önce kendi üzerine düşeni yapmalısın. Gerisi inananlar açısından takdirdir.
Çoğunluğuna katıldığım bir cümle ise “Ülkeyi partiler, programlar, reçeteler düzeltmez. Ahlakımız düzelmedikçe, ahlak siyasete egemen olmadıkça memleket de düzelmez.” Burada asıl vurgu bireysel olarak kendimizin düzelmesidir.
Zaten Allah (cc) da öyle buyurmuyor mu? “… Bir toplum kendisindekini değiştirmedikçe Allah onlarda bulunanı değiştirmez.” (Ra’d, 13/11)
Tüm dünyayı değiştirmene hiç gerek yok; yalnızca kendini değiştirdiğinde dünyayı değiştirmeye zaten başlamışsındır bile çünkü sen de onun bir parçasısın. Tek bir insan bile değiştiğinde bu değişlik binlerce ve binlerce insana yayılacaktır.
“Temiz hava almak istiyorsan dışarı çık” gibi bir şeydir bu. Dünyayı değiştirmek isteyen biri kendisinden başlamıştır zaten? Başlamamışsa da dünyayı değiştirecek kapasitede bir düşünce yetisi de yoktur. Kendi içerisinde debelenip duracaktır. Bu debelenme, meyvenin içini çürüten kurt gibi kendi kendisini çürütmekten başka da bir işe yaramayacaktır.
Hintli bir yaşlı usta, çırağının sürekli her şeyden şikâyet etmesinden bıkmıştı. Bir gün çırağını tuz almaya gönderdi. Hayatındaki her şeyden mutsuz olan çırak döndüğünde, yaşlı usta ona, bir avuç tuzu, bir bardak suya atıp içmesini söyledi.
Çırak, yaşlı adamın söylediğini yaptı ama içer içmez ağzındakileri tükürmeye başladı.
-Tadı nasıl?” diye soran yaşlı adama öfkeyle
-Acı, diye cevap verdi.
Usta kıkırdayarak, çırağını kolundan tuttu ve dışarı çıkardı. Az ilerdeki gölün kıyısına götürdü ve çırağına bu kez de bir avuç tuzu göle atıp, gölden su içmesini söyledi. Söyleneni yapan çırak, ağzının kenarlarından akan suyu koluyla silerken aynı soruyu sordu:
“Tadı nasıl?” “Ferahlatıcı” diye cevap verdi genç çırak. “Tuzun tadını aldın mı?” diye sordu yaşlı adam,
“Hayır” diye cevapladı çırağı.
Bunun üzerine yaşlı adam, suyun yanına diz çökmüş olan çırağının yanına oturdu ve şöyle dedi:
-Hayattaki ıstıraplar tuz gibidir, ne azdır, ne de çok. Istırabın miktarı hep aynıdır. Ancak bu ıstırabın acılığı, neyin içine konulduğuna bağlıdır. Istırabın olduğunda yapman gereken tek şey, ıstırap veren şeyle ilgili hislerini genişletmektir. Onun için sen de artık bardak olmayı bırak, göl olmaya çalış.
Bir babanın evladına dediği gibi; “Evlat gönlünü tas gibi dar tutarsan acı olursun içilmezsin.
Gönlünü Göl gibi geniş tutarsan tatlı olursun içilirsin”
Hayat akarken değişim önce insanın kendisi ile başlar. Kendi hayatında iz bırak(a)mayan başkalarının hayatında zaten iz bırakamaz.
Haydi! Bugüne kendinden başla.
Sevgiyle kalın, sevgide kalın…
Kalemine sağlık fatih hocam. Toplumsal farkındalık oluşturma gayretiniz takdire şayan. Sağlıkla kalın…
Başkanım emeğinize sağlık. Örneklemeler yazıyı çok daha anlamlı hale getirmiş.
Evet hocam haklısınız .İçe dönük bir sefer başlamanın zamanı geldi geçiyor bile.Allah razı olsun.Allaha emanet olun.